Kutsal kitaplarda insanın atası olarak bildirilen, yaratılıp, cennete yerleştirilen Hz. Âdem’ e ve bu vesile insanlığa hitaben Hz. Allah her şeyi insan için yarattığını, fakat insanı da kendisi için yarattığını söylemektedir.
Cennet ise büyük nimetlerin ve aklın alamayacağı çok güzelliklerin olduğu bir yer olarak bildirilmiştir. Yine kutsal kitaplarda ifade edilen “ya cennet ya haram meyve” çelişkisi karşısında ilk insanın atasının “haram meyve” yönünde tercihini ortaya koyması, bir anlamda mutluluk yerine özgürlüğe sahip olmayı seçmesi ve bu yüzden cennetten yeryüzüne yerleştirilmesi, sahip olma mücadelesinin galiplerin değil bir bakıma kayıp edenlerin mücadelesi olduğunu bize anlatmaktadır.
Acaba insan yaşam boyu sahip olma mücadelesini verirken kazanan tarafta değil de kaybeden tarafta olduğunun farkında olmayabilir mi? Hz. Âdem her şeye sahipken nasıl ki yanılgıya düşmüşse bugün insanlık da gerçekten böyle bir yanılgı yaşıyor olabilir mi?
İnsan yaşabilmek için, bazı şeylere sahip olması gerektiğini düşünür. En başta özgürlüğe, paraya, mala, sosyal statüye, şöhrete, yönetme gücüne vs.
Bu düşünce, kendini nasıl görmek istediğini ve dışa nasıl yansıtmak istediğini gösterirken benliğinde de ölümsüz olduğu hayalini uyandırır. İnsanların "sahip olma" biçiminde davranışlarının altında yatan sebep, sahip olunmuş şeyleri korumak, kendisine ait kılmaktır. Hatta bunu o denli ileri taşır ki ilişkide olduğu insanlara karşı da bunu "benim doktorum", "benim dişçim", "benim avukatım" ve "benim işçim" diye dillendirir.
Duygulardan konuşurken “benim fikrim”, “Ben düşünüyorum”, “Benim tercihim”, “Ben yaparım” diye bahseder. Ortada hep bir “ben” veya “benim” ifadesi vardır. Bu ifadeleri hayatında öyle bir yere oturtur ki, onlarla arasında kurduğu bağın aslında illüzyonik bir bağ olduğunun farkına varmayarak sahip olduğu bir "mal" gibi görmeye başlar ve sahip olduğu şeylere güvenerek, mutluluklarını ve başarılarını sahip olduğu ya da tüketebildiği mallarla ölçmeye başlar.
Hayatını ve hayattaki tüm enerjisini bu yolda harcar ve harcamaya da devam eder. Kendi başarısı uğruna her şeyi kendine hak görür. Çünkü sahip olma duygusunun en önemli nesnesi, kişinin kendi ben’idir. Hatta bu yolda Hz. Cebrail’in sahasına bir derece girebildiği gibi, nice canlara kıymakla da Azrail’in görevini taklit edebilir hale dahi gelebilmektedir.
Sahip olmayı istemek aslında bir çeşit bağımlılıktır. Bir süre sonra başka istekler, başka başka…
Sahiden sahip olduğumuzda mutlu kalabiliyor muyuz? Çünkü her sahip olmanın sonunda yine bir tatminsizlik duygusu olmuyor mu?
Aslında insan her şeye sahip gibi gözükse de, gerçekte de her şeye sahip mi? Nedir sahip olmak gerçekten?
“Sahip olmak sevincin değil, acıların kaynağıdır” diyor. Buda.
Nasıl ki arzuların ve hayallerin sınırı yoksa sahip olmanın da sınırı yoktur.
Acaba dünyanın en zenginleri, dünyanın en mutlu insanları mıdır?
Ya da iktidar sahipleri, iç huzuru ve iç güvenliği en çok olan kişiler midir?
Özüne aykırı yaşam süren insan, (insan olmanın güzelliğiyle) yaşamın aslında dürüstlük, paylaşmak, sevmek, âşık olmak gibi erdemlerinin de muhteşemliğinin farkında mıdır?
Günümüzde malı, canın yongası olarak gören anlayış çağdaş toplumların yapısı haline gelmeye başladı. Günün popüler düşüncesi, "kullan, tüket ve at" şeklinde değişti. Bir otomobile sahip olanın gözü daha yeni modellere sahip olmak tutkusuyla yerini hırs ve açgözlülüğe bıraktı.
Hâlbuki hayatını ölü ve cansız nesnelere harcayan insanın durumu, çölde susuzluktan serap gören insanın durumuna benzer.
Bir zaman sonra sahip olmak dürtüsüyle elde ettiği her şeyi, kalan yaşam sürecinde onları saklamak, korumak ya da onu denetlemek suretiyle harcamaya başladığını fark etmeye başlar. Kalan bu süreçte mal onun sahibi olmaya başlamıştır.
O halde; sahip oldukları kendisini mutlu bir robot, muzaffer bir köle yapıyorsa bu zafer midir gerçekten?
Sahip olmanın dayanılmaz cazibesini onurlu erdemle dengeleyemeyen insanın, mutluluğu gerçek anlamda tatması imkânsızdır.
Erdem "ahlakla özdeşleşmiş alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk gibi niteliklerin genel adı olup, fazilet" ve "insanın ruhi olgunluğu" olarak tanımlanır.
Erdem haz almada ölçülü davranmaktır. Bir içgüdü işi değil, bir akıl ve gönül işi olup, “kâmil insana” ulaşmak için harcadığı çabadır. Kısacası “olmak yolunda olabilmektir.”
Bu nedenle sahip olmak isteyeceğimiz şey önce erdem olmalıdır. Vasıtalarla gayeler karışırsa sonunun pişmanlık olacağı aşikârdır.
Kuran’ı Kerim de insanın ihtiyaçlarını karşılayıp varlığını sürdürebilmek için gerekli nesneleri elde etmesi, mülk edinme duygusunun fıtratında (doğuştan) olduğu ve mal sevgisinin insanın temel hazlarından birini teşkil ettiği belirtilmiş, bu hazzın kontrol altında tutulması ve mülkiyet hakkının iyi işlerde, ferdin meşru ihtiyaçlarını karşılama yanında toplum menfaatini temin edecek şekilde kullanılması istenmiştir. (Âl-i İmrân 3/14; el-İsrâ 17/100; el-Fecr 89/20; el-Âdiyât 100/8)
Hz. Peygamber, Veda hutbesinde meşru müdafaa şartları içinde malını korumaya çalışırken öldürülenin şehit mertebesinde olduğunu bildirmiş (Müslim, “İman”, 226), emeği ve meşru kazancı teşvik etmiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 15).
Erdemli insan ölümsüz olmadığını, yaşamında kendisine sunulan imkânların Allah’ın (kendisine) ihsanı olduğunu bilir ve gerçek sahip olanın Allah olduğu bilincindedir. Sahipliğinin vekâleten olduğunun farkında olarak onları tasarruf edebilmekte, kullanabilmekte ve tüketebilmektedir.
Faydalı olması ümidiyle…